FelsefeGenel

İnsan Ne İçin Yaşar?

Paylaş

İnsan ilahlara bağımlı mıdır?

Ne olursa olsun içimizde hepimizden güçlü, sonsuz, sınırsız bir Allah’a yakın olma, bir yada birden çok ilahın varlığını kendi varlığımız gibi kabullenme, ondan/onlardan bir takım aracılar yoluyla bazı mesajlar alma ve emirlerine boyun eğme
ihtiyacımız var mıdır? “İlah” düşüncesinin insanda nasıl tezahür ettiğini ve insanın üstün bir varlıkla uysallıkla geçinip geçinemeyeceğini tartışalım.

Her insan aynı zamanda aynıdır ve farklıdır.

Ne demek her insan aynıdır, herkes birbirinden farklıdır. Her insan aynı olsa hiç kavga dövüş, fikir ayrılığı, yalan dolan, iftira, zulüm olur muydu? Aynılık her insanın bilinen bir gezegen üstünde yaşadığı ve daima insansı “şey”lere tabi olduğu ve bu tabiliğin de bir döngü ve aynı doğada hiçbir şeyin yok olmaması gibi gerçekleşen bir kayıpsız etkileşim olduğudur. Bu
“şey”ler ilk olarak fiziksel manasıyla, yani eşya, tabiat, cisimsel varlıklar olarak anlaşılmalıdır.

Herkes aslında aynıdır çünkü herkes bir doğal ve insani ekonomiye tabiidir. Ekonomi bir sınırlılığı ifade eder. Algılar farklı ölçülerde bile olsa belli bir alan dahilinde, sınırlı bir şekilde kullanılabilmektedir. Algısal performanslar aracılığıyla ortaya çıkan duygusal dalgalanmalar ve davranış biçimleri de bu şekilde belli sayıda bir çeşitlilik gösterecektir. Her insan farklıdır.
Farklıdır, kendine özgüdür, tektir. Kavrayışında sadece kendisi olduğu için bulunan ayırt edici özellikler vardır.

Sesinde, yüzünde ve konuşmasında başka kimsede bulunmayan detaylar, incelikler vardır, canı sıkıldığındaki davranışları, mutluluğunu, heyecanını ifade edişi, yürüyüşü başka kimsede bulunmayan özellikler barındırır. İçinde kendi için başka hiç kimse için var olmayan bir kendinin farkındalığı, ruhu, bulunması, kendini başka hiç kimseyi önemsemeyeceği bir şekilde önemsemesi, başka birini veya bir ulu varlığı önemsediğinde dahi bunu kendi yoluyla ve kendisi için yapması hep onun eşsizliğindendir. Böylelikle insan elindeki kısıtlı kaynakları yaratıcı-kendine özgü- bir şekilde kullanmakta büyük bir yetenek sahibi bir varlık olarak karşımıza çıkar.

Yine de insan için hep hayalindeki daha büyük, daha güçlü bir varlığa yönelmek bir gelenek haline gelmiştir; kendisiyle yetinemez. Kendinin farkına varamaz yada bunun için ona fırsat tanınmaz. Gerçekten kendi üstünde bir varlığı dış etkenler olmadan ister mi insan? Bu onun varoluşunda varsa eğer bu isteği ne besliyor? Ailesinden uzakta kendi kendine yetişen
birinde de ilah edinme fikri oluşur mu?

Yeni doğmuş bir bebeğin insanlardan uzak bir adaya veya bir mağaraya konulduğunu ve bu bebeğin bir şanslı bebek olduğunu düşünelim. Şanslı bebeğin şansı kendi onlar için mücadele edecek kadar büyüyene dek yeme, içme ve barınma ihtiyaçlarının ona hissettirilmeden karşılanıyor olmasından gelsin. Ancak yine de insani duygulara sahip olabilecek ve Süpermensi bir bedene sahip olmayacak; korkacak, sevinecek, hayal edecek, anlamaya çalışacak, merak edecek, yaralanacak, öfke duyacak, yaralayacak, merhamet edecek. Yani doğadan izole edilmiş olmayacak, yalnızca kendi türünden uzak kalmış olacak.

Şanslı bebek böylelikle hiçbir diğer canlının yardımına muhtaç kalmadan büyüyecek ve kimseye minnet etmeyecektir. Dinler diyorlar ki, böyle bir bebek etrafını izledikçe zaman içinde bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşacaktır. Bunun için başka yönleriyle şanslı bebekler olan peygamberleri gösterirler.

İbrahim’in küçüklüğünde Rab olarak ilk Ay’a, sonra Güneş’e yöneldiğini fakat ikisinin de geçici olduğunu anlayarak gerçek Rabbini bulduğu anlatılır. İslam ve Hristiyanlık kundakta iken konuşan ve peygamberliğini ilan eden, kurtarıcı olarak gönderildiğini açıklayan bebek İsa hikayesini aktarır. Fakat bizim bebeğimiz bu tür doğuştan gelen bir “ilim” sahibi de olmasın. O sadece bebekler ne yapıyorsa onu yapsın yuvarlansın, doğrulsun, emeklesin ve birgün ayağa kalkıp küçük adımlarla yürümeye başlasın.

Acıktığında ve susağında bir şekilde beslenen, kundağa konan bu bebeğin bir diğer şansı da bırakıldığı bölgede yada adada bolca yetişmiş yiyeceğin ve gürül gürül akan suların bulunmasından gelsin, yani böyle bir ortamda bu şanslı kişi aynı ona
her gün karşılık beklemeden bakan bir ailedeymiş gibi olsun.

Böyle bir durumda şanslıya tembellik hakkı tanındığı muhakkaktır. Aynı zamanda her temel ihtiyacını doğrudan elde ettiği için de kimseye minnet duymayabilecek bir konumda olacaktır. Gün boyu dolaşsın, etrafını izlesin ve merak etsin. Yatsın bulutları ve yıldızları izlesin, kalksın ağaçlara tırmansın ve hayvanları seyretsin.

Peki artık düşüncelerin onun için nesnelerden ve nesnelerin birbirleriyle ilişkisinin düşlerinden öteye geçtiği bir olgunluğa eriştiğinde ne düşünür? Hiç kendisine benzeyen bir varlık görmemiştir, gördüğü diğer hareketli canlılar kendinden çok
farklıdır. Diğer insanlardan en temel farkı ise ondan sosyalliğin alınmış olmasıdır. Bu durumda kendi eşsizliğinin farkına varacaktır.

Kendini ona benzeyen kimsenin olmadığı bu yerde nasıl konumlandırır? Etrafında çiftleşen hayvanları gördüğünde kendine bir eş ister mi? Lanetli ve kötü kaderli olduğunu mu düşünür? Yoksa onların içinde bir yüce varlık olduğunu mu düşünür? Belki de hepsini. Emin olabileceği tek şey kendi varlığıyla kuşatılmış olması, toplum içinde yaşayan insanların
olabileceğinden çok daha yoğun bir şekilde his sahibi olması ve her davranışını kendini merkeze alarak yada kendinden yola çıkarak gerçekleştirecek olmasıdır. En üstün varlık olması da, en aşağılık varlık olması da onun için elde etmesi çok kolay birer gerçekliktir. Kendi yolunu çizmekteki etken durumundan haberdar olduğu ölçüde başka bir varlığa bağımlılığı azalacaktır.

Düşüncelerini hayal gücünün el verdiği ölçüde en uç noktaya taşıyacak, kafasında aşırılık denen bir eşik bulunmayacaktır. Yağmura, kara, fırtınaya, şimşeğe verilecek insani tepkileri gözlemleme imkanı bulunmadığından onların karşısında da
sadece kendinin bulunduğunu, bunun kendinin merkezde olduğu bir işleyiş olduğunu deneyimleyecektir. Bir süre sonra bunları var eden ve kontrol eden daha üstün bir güç olduğunu düşünmesi durumunda da onu benimsemek ve karşısında diz çökmek ve isteklerini sıralayıp onları kendine vermesi için yalvarmak, dilenmek yerine kendini ona eş yada rakip görecektir. Dik duracak, bağırıp çağıracak, kendinden başka kimseye boyun eğmeyecektir.

İlahlı ve bağımlı topluluklarda yaşayanların belki hiç farkına varmadığını, belki içten içe arzuladığını, aklının kenarıyla görüp kurcaladığını açık açık söylemekten ve düşünmekten geri durmayacaktır. Herkesin bazı süreçlerin sonunda doğal olarak anlayabileceği gibi aslında ne kadar büyük ve değerli olduğumuz ve aslında her şeyin sadece kendimize hizmet etmek için var olduğu yönündeki nosyon “şanslı”nın avucuna konmuş bir hediye yada veya sırtına yüklenmiş bir yüktür.

Nihayetinde diğer herkes bunu doğrular şekilde çabalamaktadır. İlahların en ateşli savunucuları bile en sonunda kendilerine vaat edilen bahçelerde inandığı ilah gibi sonsuz bir hayat sürmek, bir parça ilah olmak, adına eylemlerde bulunur. Aynı amaçla insan ölüm düşüncesini en gerilere iter, sözü edildiğinde sıhhat temennileriyle geçiştirir çünkü ondaki bu ilahsı yan yenilebilirliğin en somut göstergesi olan faniliği kabullenmek istemez.

Fikir savunucularına ve düşünen insanlara ait, birey için, toplum için, devlet için ve sınırı ancak maddesel dünyanın bilinen sınırlarıyla çizilebilecek ne varsa onun için olan tasarıların, retlerin, onayların, isyanların, boyun eğmelerin yine bu ilahsı yanı tamamlamakla, onu yok etmekle veya inkar etmekle ilgisi vardır.

İdeolojilerin hepsinde bir şekilde var olan özgürlük kavramı dahi insandaki bu ilah saplantısından bağımsız olarak düşünülemez. Her ideoloji, insanın insan üzerindeki, insanın kendi üzerindeki veya en çok bilinen şekliyle insanın görünmez bir şekilde üzerindeki ilahlarla olan ilişkisini konu alır. İnsan ilah olmak için yaşar, ilah olmak için ölür

Yazar: Ahmet Yıldırım

 

Tags: , , , ,
Türkiye’nin En Uzun Yaşayan İnsanı; Zaro Ağa
Orhan Veli’nin Ölümü ve Otopsisi

En Çok Okunan

Bunlarda İlginizi Çekebilir

Menü