Genel

Samimiyetin Sıradanlığı

Paylaş

“İnsan sosyal bir varlıktır.” Kendinden emin ayakları yere basan ne hoş bir söz, çelişkisi de cabası.

Tarihsel ve evrimsel sürece pek değinmeyip, benim gözümden yaşamış olduğum 21.yy insanını sizlerle paylaşmak istedim. Çalıştığımız kurumlar, eğitim aldığımız okullar, yemek yediğimiz, hoş sohbetler ettiğimiz restoranlar, alışveriş yaptığımız küçük esnaflar gibi gün içerisinde diyalog halinde olduğumuz ailemiz, arkadaşlarımız insanın sosyal olduğunu aşikar kılar. Bu sosyalliğimizde nasıl bir duruşumuz olduğu elbette önemli.

Sosyal medyada herhangi bir reklam aracılığıyla bizi doğrudan mağazanın içerisine götüren harika simülasyonlarla karşılaşır ve ihtiyaçlarımızı kimseyle muhatap olmadan karşılarız. Ürünleri beğenir, gereken prosedürleri yerine getirir ve yeni şeylerin sahibi oluruz. Kimse bu pratikliğe yüz çevirmek istemez. Bizlerden neler eksilttiğiyle kimse ilgilenmez. Çünkü zaman en değerli olandır. Ama mahallemizdeki küçük esnaflardan acaba indirim koparabilir miyim kaygısından da geri kalmayız. Pazarlık için canla başla mücadele ederiz. Bir çorap satsa siftahını yapacak olan Ahmet Amca’nın hangi durumda olduğuyla ilgilenmeyiz. Amacımız üç beş kuruş karla kendimizi kandırmaktır.

Gösterişli bir alışveriş merkezinde kurumsal bir mağazada çalışan satış danışmanını düşünüyorum da işi bir hayli güç olmalı. Gün içerisinde kurumun baskısı, kapital sistem yanılgısı, yaşamından en az 8 saatinin çalınması, geçim sıkıntısı, hayalleri, hedefleri… Bütün bunlarla cebelleşirken üzerine bir de dünyaca ünlü markalarla üzerini bezemiş, pahalı mücevher ve ayakkabılarıyla mağaza içinde şuursuz bir edayla gezinmeye gelen müşterilerle uğraşmak… Sempatik, samimi ama bir o kadar da yerini bilen bir duruş sergiler. Sergilemek zorunda. Çünkü sistem bunu emrediyor. Eğer içinden geldiği gibi davransa, ona hakaret bile edebilen müşteriye haddini bildirse işinden olacak. Kaygıları daha da çoğalacak. Peki bu sistem bireylere samimiyetsizlikten başka bir yol sunuyor mu?

Okullar, ah bu okullar… Hiyerarşinin yüzümüze bir tokat gibi vurulduğu en sıkıntılı ortamlar. Öğretmenlerle nasıl konuşacağını bilmelidir öğrenci. Saygı nedir, sevgi nedir bilmeyen eğitimcilerden bu kavramlarla alakalı nasihatlere boğulur. Eğitimciler ise düşüncelerini özgürce ifade eden bir öğrenci karşısında afallar ve süper egosu anında devreye girer.

Öğrenci sindirilir ve belki de hayatı boyunca sindirilecektir. Bu durumda kalan öğrenci yuvasına döner ve yaşadığı bu kötü deneyimi annesiyle paylaşır. Annesinin de aynı durumdan müzdarip olduğunu bilir aslında. O da zamanında sindirilmiş ve halen sindirilmektedir. Hane içinde baba figürü vardır çünkü. Hayatını çalışmaya adamıştır, çocukları için gelecek kaygısı güttüğünden, çalıştığı kurumda bin bir türlü sorunla mücadele ediyordur.

Babasıyla çözüme ulaşamayan birey, odasını paylaştığı kardeşine yönelir çaresizce. Belki halinden anlayacak en son kişiye anlatır derdini. O da bilmez ki kardeşini aynı şeylere maruz bıraktığını. Derdini paylaşır ve karşısında istediği cevapları alabilecek bir figürü vardır artık. Rahatlar ve derin bir oh çeker. İşte farkı kalmaz aslında ne o mağazadaki müşteriden, ne annesinden, ne de öğretmeninden.

Dostlarımız, belki de en samimi olduğumuzu iddia edeceğimiz o güzel ilişkilerimiz… İçimizden geldiği gibi gülüp eğlendiğimiz, yeri geldiğinde ağladığımız o güzel insanlar… Dostluk sahiden bu kadar sınırlı mıdır; ağlamak ve gülmek. Hem haz hem acı nasıl bir uyum içindedir? Yoksa tema yalnızlık olmasın? Dostlarımızla o hazza ulaşabilmek için samimiyet, kişinin kendine dayattığı bir zorundalık gibi geliyor bana. O ağladığında sende ağlamalısın, tıpkı güldüğündeki gibi. Ona zayıf yönlerini söylerken güçlü taraflarının da farkında olduğunu belli etmelisin.

samimiyetin sıradanlığı

Küçük tavsiyelerde bulunup, hayatının bir parçası olduğunu bildirmelisin. Onunla yeni deneyimler yaşayıp hayatına tanıklık etmelisin. Zaman, ona zaman ayırmalısın. Sevgini belli edip, saygı göstermelisin. Fedakar olmalısın. Bu fedakarlık tek taraflı olmamalı, yani bir taraf kendini feda ederken, diğer taraf kar etmemeli. Anlayacağınız çetrefilli bir kavram bu dostluk. Herkesin bir dostu olduğunu varsayarsak, aslında sevdiğimiz insanlara ne çok sorumluluk yüklediğimizi, birçok beklentiye girdiğimizi acı bir şekilde görmüş oluruz.

Hayatında güzel bir gelişme olmuştur, en çok istediğin varoluşunun amacı olan o büyük hazza ulaşmışsındır. Bu hazzı paylaşmak istediğin o sevgili dostun o sırada işten çıkarılmış ve depresif bir haldedir. Ne yapılmalı? Haz mı yoksa acı mı öncelikli olmalı? Hangi taraf kendini feda etmeli? Karşılıklı olmalı dediğinizi duyar gibiyim. Hadi ama konumuz samimiyet. Kimse sevdiği insanın acı çekmesini istemez. Önceliğimiz çoğu zaman acı çeken kişidir. Sevgili dostunuz o sırada acısını paylaşırken, karnınızda uçuşan kelebekleri yadsımayınız lütfen.

Kendimizi kandırmayalım. Yüzümüzü buruşturup onun acısına ortak oluyoruz hatta ağlıyoruz. Ya da tam tersini düşünelim. Dostunuz yaşadığı güzel deneyimi sizinle paylaşırken kafanızın içinde o karamsar düşünceler dönüp duruyor. Kesinlikle empati yapıyoruzdur. Bunu görmezden gelmiyorum elbette. Mevzu insanın bencil oluşu.

Biri bizi sevmediği zaman ona ne kadar sevgi duygusu besleyeceğimizi düşünelim. Yani hümanizm burada duvara tosluyor. Sevgi bencillik üzerine kuruludur. Aile fertlerimizden yola çıkalım. Hangimiz annemizi varolduğu şekilde, anne kavramına takılmadan seviyoruz? Sosyal hayatınızda tanıştığınız bir kişi olarak görsek onu olduğu gibi sever miyiz veya saygı duyar mıyız?

Annemiz bizim biyolojik ve duygusal olarak bağ kurduğumuz ilk kişidir. Anneler bizleri hem fiziksel hem sosyal açıdan fedakarlıklarla büyütür. Ömrünün çoğu zamanını bizlere ayırır. Annelerin babaların fedakarlıkları yadsınamaz elbette. Peki annemiz bizi kendinden bir parça olduğumuz, kendi dileğince yetiştirdiği bir birey olduğumuz için seviyor olmasın?

Komşunun çocuğu olsak bizi yine biz olduğumuz için sever mi? Bu cevaplaması zor soruları kendimize ve sevdiklerimize sorduğumuzda samimi cevaplar almak isteriz. Tabi ki seni sen olduğun için seviyorum gibi mesela. Bu ve buna benzer cevaplar samimiyetsizdir diyemem. Ama insanı insan yapan, zihninin içindeki düşüncelerdir. Gerçek , kişinin belleğinde saklıdır.

Salt düşüncelerimizi ikili ilişkilerde çoğu zaman dile getirmiyoruz. Farkındalıklarımız bunu yapmamıza engel oluyor. Karşı tarafın ne hissedeceği bizim ne hissettiğimizden daha öncelikli oluyor. Düşüncelerimizi sakınıyoruz. Kişi kendine bile dürüst davranamıyor. Salt ve özgürce kurabildiğimiz düşüncelerimiz doğrudur algısı yaratmasın sakın. Öyle bir şey yok. Belki de gerçek düşüncelerimizi kendimize dahi sansürlediğimiz için bu kadar çatışma halindeyiz.

Yazar: Şebnem Edikli

Tags: , ,
Jordan Peterson’dan “Hayat İçin 12 Kural” Nelerdir?
Videoda Kurgunun Önemi: Kuleşov Etkisi

En Çok Okunan

Bunlarda İlginizi Çekebilir

Menü